Subscribe:

LATİNCE KUR'AN

1 Kasım 1928'de Türk Harf İnkılabı yapıldı. Dokuz asır boyunca Türklerin kullandığı Türkçeye uyarlanmış Arap harflerinin kaldırılarak Latin harfleri Türkçeye uyarlanıp kabul edildi. Kimilerine göre iyi yapıldı, kimilerine göre kötü. 

Osmanlıca dediğimiz yazı, yani Türkçeye uyarlanmış Arap alfabesi ile Türkçe cümleler yazıp okumak çok da kolay değildi. Uyarlama işlemi yeterince başarılı değilmiş demek ki. Bu problemin çözümü alfabenin değiştirilmesi mi olmalıydı? Birkaç rötuş yapılamaz mıydı? 

Alfabeyle birlikte pek çok şey de değişti zamanla: Alimler gazete bile okuyamaz hale geldi. Kitaplar müzelik oldu. Kültür, medeniyet, inanç ibreleri Batı'ya meyletti. "ج ث ت ب ا ..." sembolleri kepek yaptığı için Kutsal Kitap'ın harfleri de değişti. Kur'an okuyanlar yeni harfleri biliyormuş gibi... 

Arap harfleri Türkçeyi ifadede yetersiz kalıyorken Latin harfleri Kur'an'ı yazmakta yeterli mi olacaktı? Aşağıda transkripsiyon ucubesi haline getirilmiş Latin harfli Arapça Kur'an'ın ilk sayfalarını ve Yasin sûresinin başladığı bölümünü takdirinize sunuyorum. Bunun yerine Kur'an'ın esaslı bir mealini yayınlamış olsalardı keşke... 



GİRİŞ-ÇIKIŞ-BİNİŞ


Banu El, beğendiğim haber sunucularından... Türkçesi güzel, sesi dolgun, konuşması tane tane... Dinlerken yorulmuyor insan. Fakat sunuculuk kolay değil. 

29 Ekim 2013... Marmaray'ın açılış törenini canlı yayında seyrediyorum. Banu El'in canlı seslendirmesiyle ekrana canlı görüntüler yansıyor. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, konuk devlet adamları... trende yerlerini alıyor; tren ilk seferini yapacak. 

Canlı yayın hiç kesilmiyor. Banu El konuşuyor da konuşuyor. Allah'tan, yavaş konuşuyor; çok fazla cümleye ihtiyacı olmuyor. Yine de yayın çok uzun ve Banu El defalarca aynı şeyleri anlatmak zorunda kalıyor. İçinde "Giriş yaptılar." sözü bulunan cümlesi dikkatimi çekiyor. "Girdiler." deseydi daha iyi olurdu, diye söyleniyorum. Biraz sonra aynı yapıda bir hata daha: "Çıkıyorlar." diye söylenmesi gereken söz "Çıkışta bulunuyorlar." diye çıkıyor Banu El'in ağzından. Ve biraz sonra üçüncü benzer hata, "...araçlarına biniş yapıp..." biçiminde Banu El'in dilinden yüzümü ekşitiyor. 

Sunucuların dil üzerindeki etkileri dil profesörlerinden daha büyük. Bilgi, yetenek ve şuurları da onlardan geri kalmamalı. 

DİNAYET

Halkımızdan Diyanet'e dinayet diyen çok insan vardır.

Diyanet kelimesinin telaffuzunda zorluk göremiyorum. Kelimeye takla attırmanın gerçek sebebini de bilemiyorum. Ancak insanımızın diyanet kelimesinin lügat anlamını bilmediği şüphesiz. 

Diyanet kelimesi Kamus-u Türki'de "Dindarlık, ahkâm-ı dîniyeye tamamiyle riayet" şeklinde anlamlandırılmış ve "Ashab-ı diyanetten bir zattır." cümlesiyle örneklendirilmiş. 

TDK ise "1) Din kurallarına bağlı olma durumu. 2) Din." şeklinde karşılık vermiş. Dinayet kelimesinin ise herhangi bir karşılığını bulamadım. 

Yüksek bir yerden 80 milyona doğru çoğalan halkımıza haykırma imkânım olsaydı "Dinayet diye bir kelime lügatte yok." diye bağırırdım. Acaba insanımız dinayeti DİN+AYET şeklinde dinle ilgili iki kelimenin birleşimi sanıyor olabilir mi? 

Kendince dinî bir söylem tutturan kimileri de Diyanet İşleri Teşkilatı için özellikle dinayet kelimesini kullanıyor. Onlar da bununla dinayet kelimesinin "deni (دني)" (alçak) kelimesinden türediğini varsayarak bir ülkenin din işlerini yürüten koskoca bir camiaya hakaret etme bahtsızlığına düşüyorlar.

Cahil halk kelimeyi, ne dediğini bilmeden kullanıyor. Hatta bizim halkımız, bir zamanlar çıkan Diyanet Gazetesi'ni arşivleyip iki kapak arasında bir mecmua haline getirse bile içteki bütün gazetelerin başlığındaki diyanet kelimesini mecmuanın kapağına dinayet şeklinde yazabilecek kadar kelimelerin yabancısıdır.




SAĞLAMAK


Yukarıdaki fotoğrafta, yayına telefonla katılan bayanın cümlesinde bir konuşmaya çalışma ıstırabı görüyorum.

Cümleden çıkanlar:
1) Tuğba Hanım, eşiyle kavga etmektedir.
2) Karı-koca kavgalarının çıkmasında kocanın annesinin rolü vardır.
3) Tuğba Hanım, kayın validesine teşekkür borçludur. Çünkü kocasıyla kavga etmek, Tuğba Hanım'ın da istediği bir şeydir. Zira Tuğba Hanım, kayınvalidesinin kavgadaki etkisini "sağlamak" fiiliyle ifade etmiş. Bu fiil istenen durumları ifade etmek için kullanılır. 

Fakat hakikat bu olmasa gerek. Tuğba Hanım kavga etme durumundan hoşnut olsa idi bu programa katılıp konu komşuya, dosta düşmana, ele güne, bilmem kaç bine kayınvalidesinin dedikodusunu etmezdi. O halde Tuğba Hanım'ın birazcık Türkçe öğrenmeye ihtiyacı var. Eğer bu eğitimi alır ve sınıfını geçerse, kayınvalide aynı tavrına devam ederse ve Tuğba Hanım da bu kavgaları arzulamazsa katılacağı TV programında cümlesini "Kayınvalidem sürekli eşimle kavga etmeme sebep oluyor." şeklinde kurar.

MÖKSÜN

Çocuğun babası üzerindeki haklarından birinin de kendisine güzel bir isim koyması olduğunu buyurmuş Peygamber Efendimiz. Yani baba ya da anne çocuğuna isim koyarken belli kıstasları göz önünde bulunduracaktır.

Mesela:

Eğer herhangi bir dilde anlamı olan bir kelime isim olarak verilecekse anlamı güzel olan bir kelime olmalıdır bu, çünkü çocuk ömür boyu o isimle çağrılacak, çocuğun hayatı boyunca en fazla duyduğu kelime o olacaktır. Ayrıca sürekli duyduğu bu kelimenin kişinin karakteri üzerinde de tesirleri olacaktır.

Çocuğa geçmişte yaşamış zatlardan birinin ismi verilecekse bu zat iyilerden olmalıdır.

Çocuğa dedesinin ya da ninesinin adı kutsal bir emanetmiş gibi tevdi edilecekse de bu ölçüler gözden uzak tutulmamalıdır.

İsminden rahatsızlık duyan çok çocuk tanıdım ben. Kendisine ninesinin ismi ile birlikte ikinci bir isim verilen bir öğrencim vardı, adı Keziban Büşra idi. Birinci isminden hoşlanmadığını bildiğim için ben ona ikinci ismiyle hitap ederdim. Fakat onu kızdırmak isteyen arkadaşları üzerine basa basa "Keziban" derlerdi ona. Bilgisayardan çıkan bütün listelerde her iki ismi de çıkan kızımız, mutlaka kâğıttaki "Keziban"ı karalardı.

"Bayram" adındaki bir öğrencime sormuştum "Sen bayramda mı doğmuşsun?" diye. "Hayır." dedi "Bayram, dedemin adı, bana da koymuşlar." 
Dedesinin bayramda mı doğduğunu, yoksa bu adın ona da miras mı kaldığını zaten bilemezdi.

Yakın zamanda hastanede muayene sırası bekliyorduk. Koridor tıklım tıklım... Herkesin gözü ekranda... Ve ekranda bir isim... Sıradaki hastanın ismi: MÖKSÜN ...DÖLÜ. (Soyisminin birinci kelimesinde sıkıntı yok, ama kişiyi ifşa etmemek için üç nokta koydum ve bu ismin sıkıntısız tek kelimesi bu üç noktanın içinde kayboldu.)

Möksün, ne olabilir ki... Belki "Muhsin" demek istediler de ya nüfus memurunun cehaletine kurban gittiler ya da yöresel söyleyişe kurban ettiler güzelim ismi.

Soyadı da isimden geri kalır değil. Ne kadar +18 ve bedevice. Artık köy kent dolaşılıp da millete soyadı damgası basıldığı dönemin memurlarından birinin ... yemesi midir, yoksa sonralardan kendileri mi böyle bir bedeviyet sergilemişlerdir bilemiyorum. 

Ekrandaki o isim, biraz sonra dişçi koltuğuna oturacaklar için iyi bir fıkra gibi tesir etmiş olmalı.